
Cüneyt Arkın gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatur, 8 Eylül 1937 Eskişehir’de dünyaya geldi.
Ailesi çok fakirdi ve geçim sıkıntısı içindeydi. Ancak bütün bunlara rağmen sevgi dolu bir çocukluğu olmuştu. İnsan ve doğa sevgisiyle dolu…
Babası çiftçi, annesi ev hanımıydı. 3 koyunları vardı. Fahrettin hep sıfır numara olan saçları ve sıcaktan yanmış yüzüyle bu koyunların peşinde koşmakla geçirmişti çocukluğunu. Babasına yardım ediyordu. Koyun kokusu, onun teniyle özdeşleşmişti. Artık emeğini hep üzerinde taşıyordu. Tabii bu koku, bir başkası için emeğin karşılığı olmayabiliyordu. Kolay kolay kimse yaklaşmazdı yanına; haliyle arkadaşı da yoktu.

(Cüneyt Arkın’ın çocukluğunda çekilmiş bir fotoğrafı)
Türk Sineması’na kattığı duygu ve özgün hissiyat, belki de doğayla Anadolu insanın o ruh haliyle iç içe olmasından kaynaklanıyordu.
Babası Hacı Yakup Bey Fahrettin’e çocukken, “Bak, ekinler büyüyor oğlum. Seslerini duyuyor musun?” demişti. Hayat tecrübesiyle dolu, doğa ve insan konusunda bilge bir insan olan Hacı Yakup Bey
Kurtuluş Savaşı Gazisiydi.
Sürekli bozkır güneşine bakmaktan gözleri hep kısıktı ve yüzü kırışıklıklarla doluydu. Kocaman nasırlı elleriyle toprak kadar sabırlı bu adam, koyundan kuşa her hayvanı, ekinleri, yıldızları, yağmuru çok iyi tanırdı. Bereketli elleriyle otlardan ilaçlar yapıyor; doğanın ona öğrettiği ne varsa, o da çocuklarına aktarmaya çalışıyordu.
Annesi, “Asla şikayet etmez; varla yok arasında yaşardı.” diye tabir ettiği on üç çocuk doğurmuş; ancak yoksulluktan, bakımsızlıktan, biraz da cahillikten on çocuğunu toprağa vermiş Halise Hanım’dı. Onun da elleri çalışmaktan kocaman kocaman nasırlar tutmuştu. Hayatta kalmayı başarmış üç kardeşlerdi. Yani en azından büyümeyi başarmışlardı.
Doktorluk esas mesleğiydi. Ancak neden dokturluğu seçmişti? Çevresinde ona öğrenim hayatı boyunca yol gösterecek kimse olmamasına rağmen onu derinden etkileyip, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine girmesine ve oradan doktor olarak çıkmasına sebep olan neydi? Neydi bu imkânsızı başarmasını sağlayacak sebep?
Fahrettin’e yol gösteren hayatın ta kendisiydi. Azmi, cesareti ve kararlılığı ise anne ve babasından geliyordu.
Büyük ablası, annesine benziyordu Cüneyt’in gözünde. Güçlüydü, çalışkandı ve onun da elleri nasır tutmuştu. Kınalı elleriyle ablası, ne çocukluğunu ne de genç kızlığını yaşamıştı. Cüneyt, hep sessizce, gizli gizli ağladığını düşünürdü ablasının. Çok sevdiği ablası bir hastalığa yakalanmış ve doktorun olmadığı bu koşullarda yok yere ölmüştü.
“Bozkır Ağustosunun zerdalisi gibi tatlı çilliydi.” diye tabir ettiği küçük ablasını da genç yaşta kaybetmişti. Bugünkü sağlık koşulları ve teknolojinin tek karşılığı o vakitler kocakarı ilaçlarıydı. Ve maalesef bu tatlı çilli kadın, kocakarıların ellerinde ölmüştü.
Cüneyt, tüm bu yoksulluğun, yokluğun içinde doktor çıkacaktı. Annesinin ısrarıyla başlamıştı okul hayatı. Eskişehir Necatibey İlkokulu’na gitti. Çocukluğu boyunca en sevdiği hikâyeler menkıbeler olmuştu. Bir gün kamera karşısında bu kahramanlara can vereceğinden habersiz, Battal Gazi, Köroğlu hikâyelerini okuyarak büyüdü.
Daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesi’nde eğitim gördü. Sanata merakı da işte bu lise sıralarında çıktı ortaya. Sevdiği hikâyeleri sadece okumakla yetinmemişti. Artık onlardan yazmak istiyordu. Bu dönemde hikâyeler yazmaya ve onları dergilere göndermeye başlamıştı.
İşte bu sıralardaydı büyük ablasının ölümü. Bir yandan yoksulluk, bir yandan doktor yokluğu, ablasının neden öldüğünü bile bilmeyişi… Sıra üniversiteye geldiğinde hayatında en çok yokluğunu çektiği şeyin peşine düşmeye karar verdi. 1961’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu.

Üniversite zamanları da hiç kolay değildi. Para diye bir gerçek vardı ve maalesef o da onlarda yoktu. İstanbul’da tren garında indiğinde ilk sorduğu soru, “İstanbul’da en ucuza nerede yatılır?” olmuştu. Sirkeci cevabını aldıktan sonra burada bir otel odası buldu ve iki yılını bu odayı inşaat işçileriyle paylaşarak geçirdi. Ders zamanlarında okulda ders dinliyor, geri kalan zamanlarda da inşaatlarda çalışıyordu.
Hikâye yazmaya üniversitede de devam etti. Hatta eğitimi sırasında arkadaşlarıyla şiirlerin ve hikâyelerin yer aldığı, “Erek” adını verdikleri bir dergi bile çıkardılar. 1957’de, Cemal Süreya ile tanıştı ve öykülerini değerlendirerek Pazar Postası’na gönderdi. Tabii ki ilerleyişi yazarlık üzerinden olmayacaktı.
Açlığını, aslında en güzel ve en kolay, balık tutup kendine verdiği ziyafetlerle gideriyordu. Eğitiminde ilerledikçe evlerde hasta bakıcılığı yapmaya başladı.
1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu.
Sinema kariyeri
Memleketi Eskişehir’de, yedek subay olarak askerliğini yaparken, Göksel Arsoy’un başrol oynadığı Şafak Bekçileri (1963) filminin çekimleri sırasında yönetmen Halit Refiğ’in dikkatini çekti. Askerliğini bitirdikten sonra Adana ve civarında doktorluk yaptı. 1963 yılında Artist dergisinin yarışmasında birinci oldu. Bir süre iş arayan Cüneyt Arkın, 1963’te Halit Refiğ’in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde en az 30 film çevirdi.

(Arım Balım Peteğim filminden bir sahne – 1970)
1964 yılında oynadığı Gurbet Kuşları filminin finalindeki kavga sahnesi Arkın’ın kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ’ in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul’a gelen Medrano Sirkinde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı. Burada öğrendiklerini Malkoçoğlu ve Battalgazi serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu haline gelmişti. Romantik jön filmlerle başladığı sinema yaşantısını hareketli filmlerle sürdürse de hemen her karakter role de can verdi. Kariyeri boyunca westernden komediye, macera filmlerinden toplumsal filmlere kadar birden fazla türde filmler çekti. Özellikle Maden (1978) ve Vatandaş Rıza (1979) filmleri, Cüneyt Arkın’ın kariyerinde özel bir yer kaplar.

(Malkoçoğlu – Cüneyt Arkın)
1969 yapımı “İnsanlar Yaşadıkça” filmi ve 1976 yapımı “Mağlup Edilemeyenler” filmi ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’ nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan sanatçımız, ayrıca 1999 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü’nün de sahibi olmuştur.
4.Altın Koza Film Festivali’nde (1972) jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney’i Baba filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu seçilmesine rağmen daha sonra siyasi baskılarla Yılmaz Güney’in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın, En İyi Erkek Oyuncu seçildi. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.
Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç’ın yaptığı 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam zamanla kült bir film haline geldi. 80’li yıllarda Ölüm Savaşçısı, Kavga, Sürgündeki Adam ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmlerinden sonra, 90’lı yıllarda polisiye dizilere yöneldi.
Cüneyt Arkın, at binmede ve karetede uzman sporcu unvanına sahiptir. Oyunculuğun yanı sıra televizyon izlenceleri sunmuş ve kısa bir süre gazetelerde sağlıkla ilgili köşe yazarlığı da yapmıştır. 2009 yılında omurgasındaki sinir sıkışmasından dolayı yaklaşık üç ay hastanede tedavi görmüştür.
Özel hayatı
Cüneyt Arkın ilk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızları Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur ile evlenen Cüneyt Arkın’ın, bu evlilikten de Kaan ve Murat adlarında iki çocuğu vardır. Kızı bir şirkette genel müdürlük yapan Arkın’ın oğullarından Murat da oyunculuk yapmaktadır. Bir dönem alkol bağımlılığı için tedavisi görmüş olan Arkın, alkol, uyuşturucu ve gençliğin sorunları konulu sayısız konferans vermiş, bunlarla ilgili teşekkür beratları ve onur ödülleri almıştır. 82 yaşındaki kıymetli sanatçımız son demecinde ölümden korkmadığını ve 51 yıllık değerli eşi Betül Hanımdan önce ölmek istediğini ifade ederek eşinin yokluğuna dayanamayacağını ve ona büyük bir aşkla bağlı olduğunu dile getirmiştir.
Değerli sanatçımıza mutlu ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.


(Cüneyt Arkın ve eşi Betül Hanım)